Önceleri ne zaman Ömer Faruk Şirikçi’den söz edilse hafiften gerilirdim.
Sonra şöyle bir şey oldu:
Her şeyi ciddiye almaktan vazgeçtim.
Hatta hocadan, imamdan uzak durun, alimallah sizi okuyuverirler, bakın Rahmetli Kemal Sunal’ın filmlerinde de ne hocalar vardı türünden, espriler yapmayı bile fuzuli bulmaya başladım.
Ne de olsa karşımızda...
Fiyakalı olduğunu düşünen...
Siyaset, vakıf, cami, üçgeninde kendince rol alan...
Bir açıklamasında; “Biz kimseden teşekkür beklemiyoruz, sadece Allah’tan teşekkür bekliyoruz” diyerek hadsizlik gösteren.
Kendisini “baş imam” olarak tanıtan, biri var…
O halde ne diye gerilecektim ki.
Belki de en iyisi "En büyük hoca, bizim hoca" deyip geçmekti.
Tamam, bu durum biraz "Hoca”yı hafife almak anlamına filan geliyordu.
Ama bu benim suçum değildi ki?
Sonuçta bu şehirde imamı olduğu Cami’yi bir şekilde ele geçiren, bir başka vakıfta okul, dershane hükümranlığı kuran, "Şirikçi efendi" camii altındaki otoparkı bilerek ve isteyerek iptal edip, halkın elinden almayı seçen kendisiydi.
Ve ben halkın elinden aldığı otoparkı yazdıkça, ha bire savcılığa koşmayı marifet sayar hale geldi…
Koş hoca koş, yorulursan söyle taksi göndereyim…
Hani bir atasözü var ya!
"Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın"
Sen koş savcıya…
Ben belge toplayım...
Sonra ne mi olur?
Bunu da zaman gösterir…
Şunun şurasında Aralık ayına ne kaldı ki…