Kanal Maraş köşe yazarı Mustafa Önyurt bugün ki yazısında "Şehirdeki mangal kültürü" diye yazdı.

Acılar ve sevinçlerde buluşmak toplumumuzun geleneğinde var olan, ortak paydamızdır. Geçen akşam bir taziye evindeydik genci yaşlısı oradaydı; Fatihalar, dualar ardından tanışmalar,  hepsinden önemlisi her kesimden insanın bir arada toplanması ve duyguların paylaşılması idi. 

Şöyle bir düşündüm ölümün sessizliğindeki sesi ve toplanma davetini. Ölümdeki mana ve acının ortak sesi bu insanları bir araya getirebiliyorsa, bu şehirle ilgili ortak konularda ortak değerlerde niye bir araya gelemiyoruz! 
   
Bu günkü konum aslında koordinasyondu, bizi bir araya getirecek şehir adına konuşacağımız çok meselelerimiz var.  Bu şehirde her konu da öylesine birikimli iyi niyetli insanlarımız mevcut tur, ancak ya taziye evinde ya da bir düğünde toplantı da tesadüfen bu insanların farkına varıyoruz. 

Demem şu ki; bu şehirde her an sinerji oluşturacak potansiyellerin var olduğu, kabuğuna çekilmiş veya çektirilmiş bu değerler sanki kent in üstüne kara bulut gibi çökmüş sessizliğin içinde yok mu olacaklar! Bu şehir; toplumsal sorgulama yeteneğini ve tepkisini kaybetmiş, sadece işin dedikodusunu seviyor ve biz olmak ruhunu kaybetmiştir. Sözün özü; ”bağ kültürü ve kebap, paça kültürü arasına sıkışmış bir zihniyet” Bu şehir hepimizin mangalda kül bırakmayan sevgili dostlar, artık şu bağ evlerinde mangal kültüründen, dedikodudan sıyrılıp kentin gelişimi ilgili konulara el atsak biraz da şehrimizin eksiklerini yapabileceklerimizi konuşsak nasıl olur diyorum!  

“Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez” Sokrates bu sözü yüzyıllar önce söylemiş insanlara. İçinde yaşadığımız kentin sosyolojik yapısını ve yaşadığı hayatı kaç kişi oturup sorgulamıştır acaba kendi kendine! Ben nerde yaşıyorum, yaşadığım kenti kimler idare ediyor ve ben bu hayatın neresindeyim gibi? 

Çoğumuz bunun farkında bile değiliz, çünkü düşünmek analiz etmek pek işimize gelmez. Önümüze ne konulmuşsa veya gözümüzle bakarız olaylara sorgulamaya üşeniriz, öyle de yaşar gideriz. Gözümüzle düşünüyoruz dedim de, trafikte bile ilerlerken sağ şerit bomboş öndekini takip eder bekleriz. Yaşar gideriz dedim de; Bir yerlerde de hep konuşuruz şikâyet ederiz ama doğru karar noktasını da bir türlü tutturamayız. Bir problemi adresine ulaşıp dile getirmeye üşeniriz. Ne kendimizin farkındayız, nede yaşadığımız kentin! J.Rahsen‘in dediği gibi ”İnsan kendinin farkında olmadıkça bir hiçtir”

Bir şehir sadece ekonomisi ile gelişmez, kültürüyle, hafızasına sahip çıkılmakla gelişir. 

Yaşadığımız mekânlar ile mutluluğumuz ve ruh dünyamız arasında derin bir bağ vardır. 
     
Her şeyden önce bu mekânların bizi mutlu ettiği bir mimari anlayışa ihtiyacımız vardır. 
“Aslında mekânlar insanları, insanlarda mekânları şekillendirir.” Burada bu yaptırımları, en iyi yönleri ortaya çıkaran insanlardır, iyi çalışan belediyelerdir. 

Benim ilgi alanım şehir hafızası ve kültürüdür. Belediyeler deyince; toplumla iletişimi nasıl acaba? Belediyeler idari birimleri iyileştirebildi mi? Şehri iyi tanıyan, bu memleketin çocuklarına  görev verildi mi, yoksa  diğer şehirlerden getirilen, şehri iyi tanımayan, halkla iletişimi olmayanlarla mı yola devam edilecek! 
Sevgili dostlar bugünlük bu kadar, hoşça kalın!